31 Ekim 2016 Pazartesi

İNANILMAZ LAFLAR

İNANILMAZ LAFLAR

Tayyip Erdoğan  Hızlı Tren İstasyonun açılışında "....Ne var o Misak-ı Milli’de. Ben Lozan dedim, rahatsız oldular. Niye rahatsız oluyorsun? Burnumun dibindeki adalar, bağırıyoruz, çağırıyoruz; bu adalar bizimdi. Bu adalarda bizim eserlerimiz var, tarihimiz var, camilerimiz var, kervansaraylarımız var. Rahatsız oluyor adam. Niye rahatsız oluyorsun? Bunların altına kim imza attıysa sorumludur, sorumlu....
"Çünkü artık eski Türkiye yok. Bu mücadeleyi pısırık şekilde sağa sola yalpalayarak değil, hedeflerimize yürüyerek vereceğiz. Kazanacaksak adam gibi kazanacağız, öleceksek adam gibi öleceğiz. Artık bunun ortası kalmadı....” dedi.
Lozan Antlaşmasına, sınırlar üzerinden ısrarla ve alenen saldırıyor. Sınırlara ve Ege'deki adalara ilişkin olarak yaptığı yanlışları bir kenara koyuyorum.
Lozan yalnızca sınırları belirleyen bir antlaşma değildir. Her şeyden önce bir barış antlaşmasıdır. Siyasal ve ekonomik çok çeşitli hükümler içerir. 
Bu hükümlerin içinde, örneğin, azınlıkların haklarına ilişkin olanlar çok önemlidir. Lozan, Türkiye'deki azınlıkları sadece din üzerinden tarif ediyor ve Türkiye'deki gayri Müslimlerin hakları ile Yunanistan'daki Müslüman azınlığın hakları arasında bir denge kuruyor. Bu hüküm, ülkemizde etnik azınlıklar yaratmak isteyen dış güçlere karşı en güçlü dayanak noktasıdır.
Batılı emperyalist çevreler Lozan Antlaşması'nın artık eskide kaldığını uzun yıllardır bazen zımnen, bazen açıkça savunurlar. Amaçları arasında, bir yanda, Türkiye'deki azınlık tanımını değiştirerek etnik temelde azınlıklar yaratmak, diğer yanda, Yunanistan'daki Türk azınlığı korumasız kılmaktır.
Ben Tayyip Bey’in amacının bu olmadığını düşünmek istiyorum.
"Kazanacaksak adam gibi kazanacağız, öleceksek adam gibi öleceğiz, ortası yok" sözü  yayılmacılık (irredentism) dir. Bu emperyalistlerin arzusu olan  Lozan barışını ortadan kaldırmaktır.
Bu gidişin ülkemiz için nasıl felaketler yarata bileceğinin farkında değil anlaşılan.
Lozan  kaldırılırsa ortada Sevres Antlaşması ve Wilson prensipleri kalır. Sevres, malum, Anadolu topraklarında bir Ermenistan yaratıyor ve Kürdistan'nın da yolunu açıyordu.

Başkan Woodrow Wilson, 1918 Ocak ayında Kongre’de yaptığı konuşmada, ABD'nin savaşa hangi ilkeleri gerçekleştirmek için girdiğini 14 noktada özetlemişti.
Bunlardan 12. ilke Osmanlı İmparatorluğunu ilgilendiriyordu. Bu ilkeye göre, İmparatorluğun Türk kısmının güvenlik içinde egemen olmasının garanti edilmesi gerektiği söyleniyordu.  Ancak, Türk yönetimi altındaki diğer uluslara da yaşamlarını güvenlik içinde sürdürecekleri ve herhangi bir müdahaleye uğramaksızın muhtar (otonom) gelişim fırsatından yararlanacakları konusunda güvence verilmeliydi.
Wilson,  bu ilkelerle, “self determination” adını koymadan, halklara kendi kaderlerini tayin etme hakkı verilmesi gerektiğine vurgu yapmış oluyordu. Nitekim, bu düşüncesine sonraki beyanlarıyla adını da koyarak açıklık getirmişti.
Fransa ve –özellikle- İngiltere, Osmanlıya karşı melanetin başı olan Mekke Şerifi Hüseyin’e, hizmetleri karşılığında, bağımsız bir Arap devleti kurması için,  Orta Doğu’nun büyük bölümünü vaat ettiler. Bir yanda bunu yaparken, diğer yanda da, 1916 Sykes-Picot gizli anlaşması ile Hüseyin’e vaat ettikleri toprakları kendi aralarında paylaştırdılar. Savaş sonrası Orta-Doğu’yu, Arap halklarına hiç danışmadan ve yapay sınırlar oluşturarak, kendi aralarında bölüştürdüler.
Pekiyi, Araplar için rafa koydukları self determination hakkını o zaman bir tek hangi etnik gruba tanıdılar? Sevres ile Kürtlere.
Tarihi olayları doğru okumak gerekiyor. 

28 Ekim 2016 Cuma

BUGÜN 29 EKİM


Bugün, ihanetler, acılar içinde de olsak Cumhuriyetimizin 93. Yılını kutluyoruz.
Bu Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğdu.
Bu Cumhuriyet, altı yüz yıllık teokratik Osmanlı monarşisinin “kul”undan, laik cumhuriyetin “vatandaş”ına geçişin yolculuğudur.
Bir kısım günümüz Cumhuriyet düşmanları tarihimizi, Atatürk’ü, Cumhuriyeti tartışalım diyerek, 1920’nin koşullarında kurulan Cumhuriyeti bugünün değerleri ile tartışmaya çalışmaktadırlar.
Bu Cumhuriyet kurulduğu zaman bir demokrasi miydi? Elbette değildi.
Zamanla beraber toplumlar da, anlayışlar da değişirken, bu Cumhuriyetin kurucularının asla değişmeyecek kurallar getirdiğini ileri sürmek en azından bu insanlara saygısızlık olur.
Her olayı yaşandığı günün koşulları ve kuralları içinde değerlendirmek gerekir.
Bu Cumhuriyet, imparatorluğun kalıntıları üzerine kurulduğuna göre bugünkü anlamıyla bir özgürlükçü demokrasi olması da mümkün değildir.
Bir demokrasinin oluşabilmesi ve yaşayabilmesi için gereken nesnel koşulların hiçbirisi o günlerin Osmanlı toplumunda yoktu.
Örgütlü bir toplum muyduk? Hayır. İletişim bugünkü kadar yaygın ve kolay mıydı? Hayır. Okuryazar erkek sayısı kaçtı? Yüzde beş civarında. Kadınlar da bu oran kaçtı? yüzde birin de altında. Orta sınıf söz konusu bile değildi.
Toplu iğne bile üretemeyen, ekonomisi ilkel tarıma dayalı fakir bir ülkeydik.
Özgürlükçü demokrasiyi nasıl uygulayacaklardı?
Atatürk’e ve bu devletin kurucularına küfretmeyi “ilericilik, çağdaşlık” zanneden Cumhuriyet düşmanları ve onların tetikçilerine bir şeyi hatırlatmakta fayda var.
Atatürk hakkında yargıyı insanlık tarihi vermiştir. İnsanlık tarihine herhangi bir katkısı olmayanların, Atatürk’ü tartışmak, Atatürk’ü yargılamak hakları yoktur, olamaz.
Cumhuriyetin kurulduğu günlerde dünyanın hiçbir köşesinde, günümüz anlamında özgürlükçü demokrasi yoktu.
1789 da Anayasasını yürürlüğe sokan Amerika Birleşik Devletlerinin bir çok eyaletinde zenciler, ilk okul mezunu olmayanlar, belli oranda vergi vermeyenler oy kullanma hakkına bile sahip değillerdi. Fransa da kadınlar Türk kadınından çok daha sonra oy kullanma hakkına sahip olabilmişlerdi.   
Özgürlükçü demokrasinin hiçbir nesnel koşulu yokken bu Cumhuriyet, ulus-devlet temelinde şekillenmiş, çağdaş, modern, bağımsız, laik bir toplumsal yapı oluşturmuştur.
Bugün gıptayla baktığımız Almanya, Japonya ve İtalya kendi iç dinamikleri ile demokrasiye geçememişlerdir.
 Balkan, 1. Dünya ve Kurtuluş savaşları ile yorgun ve harap bu ülkede, ortaçağ kurumları ve gelenekleri ile yaşayan, sanayi devrimini ve Rönesans’ı yaşamamış, ümmet düzeyinde  bir toplum, demokrasiye, çok partili hayata kendi iç dinamikleriyle geçebilmişse, bu Cumhuriyeti kuranların eseridir.
Zira Atatürkçülük gelişmeye açıktır. Devrimcilik (İnkılapçılık) onun bu özelliğinin nitelemesidir.
Bu nitelik, bulunduğumuz noktayı yeterli bulmamayı, daha iyisini yapabileceğimizi, çağdaşlık ülküsünü bize aşılamıştır.
Bu niteliğimiz, Büyük önder Atatürk’ün kurarak başlattığı çağdaş medeniyeti hedefleyen, kökten değişim sürecini devam ettirmemizi gerektirmektedir.
Atatürk’ün ilkelerine inananların bugün yapması gereken, On dört yıllık AKP iktidarı döneminde, gerçekleştirilmeye çalışılan dinin siyasallaştırılmasına ve de siyasetin dinselleştirilmesine karşı mücadele etmektir.
Bu mücadeleyi vererek, Ulus Devlet, Üniter Devlet ve Laik Devlet yapılanmamızı, ulusal bağımsızlığımızı ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetini sonsuza dek yaşatmalıyız. Bu, Cumhuriyeti bizlere armağan edenlere karşı ahlaki ve  vicdani  borcumuzdur.
   




24 Ekim 2016 Pazartesi

BAYKAL VE KILIÇDAROĞLU


Deniz Baykal geçtiğimiz günlerde bir gazetecinin kendisine, “Başkanlık sistemi”  ile ilgili yönelttiği bir soruya verdiği uzunca bir cevap içinden bir cümleyi cımbızlayarak başlığa taşıması  üstüne, “Baykal başkanlık sistemini destekliyor”  diye bir grup CHP’li kıyamet kopardı.
Gazeteciye yaptığı açıklama incelendiğinde, Baykal “Bu ortamda başkanlık rejimi Türkiye’nin maruz kaldığı tehlikeleri büyük ölçüde artırır” diyerek başkanlık sistemine karşı olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Bu açıklamasında, başkanlık konusu dışında da,  CHP’nin, Terör, Paralel devlet ve dış politikadaki tutumunu eleştirmiştir.
CHP yönetiminin terörle mücadele konusunda tutarlı bir davranışı yoktur.
Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, terör örgütüyle mücadeleden vazgeçip, onlarla müzakere ederken, Kemal Kılıçdaroğlu, terörle müzakere edilmez, mücadele edilir demesi gerekirken, bunu değil, müzakerelere açık çek verip, bizi niçin bilgilendirmiyorsunuz, diye yakınıyordu.
Bugün,  terörle mücadele ettiğini söyleyen AKP iktidarına, terör örgütünün döktüğü kanın nedeni sizin geçmişteki yanlış politikalarınız  diyemedi. Diyemezlerdi çünkü zamanında içeriğini bilmediği açılım konusunda “açık çek” vermiştiler.
Paralel yapı ile mücadele de, “sadece mağdur yaratmayın” demek, sorunu çözmüyor.
Paralel yapıyı “Sen büyüttün, senin 14 yıllık iktidarında devlette liyakat değil, biat kültürü egemen oldu, FETO olayının tek sorumlusu sensin” diyemiyorlar.
Bunu diyemiyorlar, diyemedikleri gibi, bu kişiliksiz, silik, tutarsız politikalar ve sırtlarındaki kamburlardan da kurtulamadıkları için, Tayyip Erdoğan’ın işgüderi Binali Yıldırımın FETO’culuk suçlamalarına bile cevap veremiyorlar.
Nerede ise FETO’yu devlete yerleştiren CHP diyecekler. Buna bile sesleri çıkmıyor.
CHP,  FETO’nun illegal bir yapılanma olduğunu kabul ediyor mu, etmiyor mu?
Ediyorlarsa, o zaman doğru yerde ve doğru söylemlerde bulunacaklar. Bunu nerede ve ne zaman  dile getirecekler.
Partinin Dış politika’da ki tutumu nedir?
Örneğin, bugün Musul, Musul diye halkı kandıranlara, O gün, yani Musul Başkonsolosluğumuz işgal edildiği gün, niye uluslararası hukuktan doğan hakkımızı kullan demediler, bu konuda ısrarcı olmadılar, iş işten geçtikten sonra bile olsa, bu eleştiriyi yapmak  akıllarına gelmiyor mu?     
Çıkınsınlar halka “Bunlara inanmayın, o gün var olan hakkımızı bile kullanamadılar, sizi kandırıyorlar” desinler, bir şey olmaz, korkmasınlar.
Suriye ve diğer dış politika olaylarında bugüne kadar hangi doğruyu dilendirdiler ki.
CHP tarihinde adı yolsuzluğa karışanlara hiç acıma olmamıştır.
Kılıçtaroğlu, kendisine  sunulan yolsuzluk raporunu niye hasır altı ediyor.
O hasır altı edildiği zaman, 17-25 Aralığın hesabını sorulamaz. Göğsünü gere gere adı karışanları Yüce divanda yargılayacağım denemez.
CHP dürüstlük ve ahlak yönünden örnek olmak zorundadır.
Dürüstlük konusunda toplumda güven yaratacaksınız. Ben dürüstüm demek artık yetmemektedir, eylemli olarak bunu ispat etmek zorundasınız.
Şimdi kalkıp bunları dile getiren Baykal’ı eleştirteceksiniz. Olmuyor, yakışmıyor.
Kılıçdaroğlu yönetiminde CHP gerçek kimliğine uygun politikalar üretmemekte/üretememektedir.
Tabii Baykal da eleştirilebilinir, öncelikle o gazeteciye demeç verdiği için, sonra da kahve kültürüyle siyaset yapıldığını bilerek açıklama yapması gerekirken buna dikkat etmediği için eleştirilebilinir.
Ama  açıklamanın tümü okunduğu zaman Baykal’ın başkanlık sisteminden yana olmadığı, tam aksine  şiddetle ve kararlılıkla başkanlık sistemiyle mücadele edilmesi gerektiği dile getirdiği görülecektir. İleride verilecek mücadeleye rağmen, bazı koltuk değneği olmuş partiler sayesinde, ülkeyi diktatörlüğe götürecek başkanlık sistemi gelir ise, CHP “Ben küstüm oynamıyorum mu” diyecektir?
Elbette o şartlar içinde de, bu ülkeyi kuran parti olarak, tutarlı, kişilikli bir duruş sergileyerek yarışacaktır.
Mitterand örneği de bunun için verilmiştir.
Fiili durum yaratarak anayasayı ihlal ettiğini açıkça itiraf edenlere bile tutarlı ve doyurucu bir tepki  veremiyorsunuz.
Kılıçdaroğlu yandaşları, siz siz olun Baykal ile Kılıçdaroğlu’nu yarıştırmayın, bu Baykal’a saygısızlık, Kılıçdaroğlu’na haksızlık olur, çünkü aralarında siklet farkı var. 






21 Ekim 2016 Cuma

YARBAY MEHMET ALKAN

Kimdir Yarbay Mehmet Alkan?
 Doğu  ve Güneydoğu Anadolu’da terör örgütüyle aslanlar gibi savaşan fedakar ve fakat Ordudan uzaklaştırılmış bir Türk subayıdır.
Nedir suçu?
Suçu  14 yıllık AKP iktidarının sıfır terörle aldığı ülkeyi, önce terör örgütüyle “çözüm süreci” diye masaya oturup,  terör örgütünün ülkemizde dilediği gibi yığınak yapmasından sonra, terörle müzakere edilmeyeceğini idrak edip, mücadele etmeye başlaması sonunda, ülkenin bütünlüğü için bu ülke topraklarına, terör örgütüyle mücadele ederken canını eken, şehit kardeşi Yüzbaşı Ali Alkan’ın tabutu başında, tabuta sarılarak devletin yanlışına tepki vermesidir.
Kamuoyundan da büyük destek gören bu tepkisinden sonra “Askeri nezaket kurallarına uymamak” gerekçesiyle disipline sevk edilmiş ve kendisine “uyarı” cezası verilmiştir.
Bir insanın ister asker ister sivil olsun, devleti yönetenlerin yanlışı nedeniyle şehit olan kardeşinin cenazesinde tepki vermesi insani bir davranıştır.  
Bunda yadırganacak bir durum yoktur, olmaması da gerekir.
Hele birileri vatan için şehit olurken, birilerinin çocukları ya rapor alıp askerlikten yırtarken ya da Vali amcalarının himayesinde kısa dönem  askerlik yaparken, bir şehit yakının tepkisine tahammül edilememesi anlaşılır gibi değildir.
Bu olaydan sonra Albay olup emekli olmaya karar veren Yarbay Mehmet Alkan, terfiinden sonra işleme konulmak üzere emeklilik dilekçesi de vermiştir.
Anlaşılıyor ki, muktedirler için şehit ve şehit yakını sadece 15 Temmuz şehitleri ve yakınlarıdır, diğerleri onlar için bir anlam ifade etmemektedir.
Nitekim, yarbay Mehmet Alkan’ın Türkiye Harp Malulü  ve Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Osmaniye Şubesinde şehit yakınları ile yaptığı sohbette söyledikleri basına yansıyınca “ideolojik ve siyasi faaliyette bulunmak” iddiasıyla kendisi  hem tekrar disiplin kuruluna sevk edilmiş ve hem de jandarma Genel Komutanlığı Askeri Savcılığı hakkında adli soruşturma başlatmıştır.
Ne disiplin ve ne de Askeri Savcılığın başlattığı soruşturma sonuçlanmadan Yarbay Mehmet Alkan’ın KHK ile Türk Silahlı kuvvetleriyle ilişiği kesilmiş, yani ordudan atılmıştır.
Bu nasıl bir kindir, şehit kardeşinin tabutu başında insani bir tepki vermiş ve emeklilik bekleyen  bir insanı KHK ile Ordu’dan atmak.
 Muktedirler, yüreği yanan bir kardeşin haklı eleştirisine  dahi tahammül edemez hale gelmişlerdir.
Demek ki muktedirler, yanlışlarını yüzlerine vuranlar kim olursa olsun, hangi şart altında bunu yapmış olursa olsun bunları duymaya  bile tahammülleri kalmamıştır.
Şehitler arasında 15 Temmuz şehidi ve diğerleri ayırımı yapılırken, muktedirlere bir şeyi hatırlatmakta fayda umuyorum. “Devlet Kin Gütmez”  bu benim değil, Kurtuluş Savaşı kahramanı, Lozan’ın büyük diplomatı, bu ülkenin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün sözüdür.
Bir devlet adamına yakışan sözdür.
Ne zaman söylemiştir, kendisi Cumhurbaşkanı iken, yani 1940 lı yıllarda, İngiliz yandaşı, kurtuluş savaşı sırasında Atatürk ve arkadaşlarına  en ağır hakaretlerde bulunan sonunda İzmit’te halk tarafından linç edilerek öldürülen Ali Kemal’in oğlu Zeki Kuneralp  Dışişleri Bakanlığı imtihanını hakkıyla kazandığı zaman söylemiştir.
Hariciye Vekaleti sınavını kazanan Zeki Kuneralp’in dosyası, sırf Ali Kemal’in oğlu olduğu için “olumsuz” notu ile paşanın  önüne getirilir. O büyük devlet adamı “Devlet Kin Gütmez” diyerek  o olumsuz görüşü siler ve  Ali Kemal’in oğluna devlet memuriyetinin yolunu açar.
Kin gütmeyen Devlet, Zeki Kunaralp’i diplomasi mesleğinin en üst noktalarına kadar çıkartır.
Bu şimdilerde, kocası, babası, kardeşi  tutuklandığı için eşlerin, evlatların kardeşlerin işlerine son verilmenin yaygın olarak yaşandığı ülkemizde, geçmişte ve bugün devleti yönetenlerin arasındaki farkın en güzel örneğidir. 
Şimdinin muktedirleri ne yapıyor, yüreği yanan şehit kardeşi Yarbay Mehmet Alkan’ın insani tepkisine  dahi tahammül edemiyorlar.

17 Ekim 2016 Pazartesi

SİZİN İSTEDİĞİNİZ BAŞKANLIK DEĞİL.


Gerek Tayyip Erdoğan ve gerekse kendini başbakan zanneden onun işgüderi “İstikrar için başkanlık” diyorlar.
Siyasi istikrar, siyasi iktidarı elinde tutanların ve bunların çizdiği ve uyguladıkları politikaların kısa vadede hiç veya çok az değişmesi demektir.
Sizin gibi on dört yıldır ülkeyi tek başına yöneten bir kadronun,  siyasal istikrar yokmuşçasına siyasi istikrar için Başkanlık sistemi istiyoruz” demesi anlaşılabilir değildir.
Ülkeyi istediğiniz gibi yönetmek uğruna FETO ile ortaklık kurdunuz, devletin bütün organlarını, yargısını, bürokrasisini, ordusunu onlara teslim ettiniz.
Devletin en korunması gereken kurumları bu terör örgütüne sizin yardımlarınızla teslim edildi.
Başbakan yardımcısına suikast düzenlendiği yalanı ile silahlı kuvvetlerin kozmik odasına girildi, oradan elde edilen kimi belgeler acaba bu terör örgütünü yöneten üst akla mı teslim edildi?
Bu ahlaksızca oyun oynanırken onlara kol kanat gerdiniz.
Bütün bunları “askeri vesayeti yıkıyoruz”  safsatasıyla kamuoyuna anlattınız.
Ana muhalefet partisi liderinin özel hayatına ait kaseti getirip size seyrettirme cesaretini bile gösterdiler.
Niye özel hayata saldıran bu suçluları tutup kulağından yargıya teslim etmediniz.
Etmediniz, zira o tarihte bu hukuk dışılık işinize geliyordu. Ne zamana kadar, devletin size verdiği devlet işlerinde kullanılması gereken kriptolu telefonunuzu, özel işlerinizde kullandığınızı ve parasal konuşmalarınızı bu telefonla yaptığınızı kamuoyuna sızdırıncaya kadar.
Şimdi kalkmışsınız, herkesin bu terör örgütüyle mücadele de yanınızda olmasını istiyorsunuz.
Siz evvela bu ortaklığın bir hesabını verin. “Aldatıldık, Allah ve Milletim beni affetsin” lafları suçu ve suç ortaklığını ortadan kaldırmıyor.
Çünkü siz haklı olarak bu terör örgütüne yardım yataklık edenleri bugün hapse atıyorsunuz.
Onlar da sizin söylediğiniz gibi “ Aldatıldık, Allah ve Milletimiz bizi affetsin” diyebilirler. Böyle derlerse hesap vermekten sizin gibi kurtulacaklar mı?
Nasıl pislettiniz ise öyle temizleyeceksiniz.
Bunlar  işin iç politika yönetimi. Ya dış politika? Bu kadar sorumsuz, bu kadar Dünyadan ve bölgeden habersiz, 21 yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlıcılık hayalleri kurarak, o  ülkelerin ve dolayısıyla da ülkemizin  kan gölüne dönmesine katkıda bulundunuz, sebep oldunuz.
Şimdi de dönüp Irak ve Suriye sorunun da “Ben de masada olacağım” diyorsunuz.
O masaya, birilerinin istediği kadar, ancak şeklen oturursunuz ama hiçbir zaman ciddi aktör olamazsınız.
Devlet yapısının bozulmasına katkı verdiğiniz o komşu ülkelerden, ülkemize ihraç edilen terörü şimdi haklı olarak önlemeye çalışıyorsunuz.
O haddinizi de aşarak eleştirmeye çalıştığın, Atatürk ve arkadaşlarının dış politikası, komşu ülkelerin içişlerine karışmadan, ama onların arasındaki ihtilaflarda çözümlere katkı vererek bölge lideri olmak ve dünya politikasında da bu nedenle ağırlık sahibi olmaktı.
O dönem de Türk dış politikası mezhepçi bir anlayışla yönetilmezdi, tek kıstas bölge ülkelerinin ve Türkiye’nin üstün çıkarlarıydı.
İşte o Sadabat Paktı o politikanın eseriydi.
Çok daha yakın tarihte, İran ile Irak arasında yıllarca süren savaşta Türkiye tarafsız kalarak bölgedeki ağırlığını korumuştu. Allahtan  o tarihte siz iktidarda değildiniz de o bataklığa Türkiye girmedi.
Parça parça olmasına göz yumduğunuz Irak’ta şimdi Musul hayalleri kuruyorsunuz.
Ne kendinizi ne de Türk halkını kandırmaya çalışmayın, olmayacak duaya amin diyorsunuz.
Uluslar arası hukuktan kaynaklanan, komşu ülkelerden bu ülkeye ihraç edilen terör ile mücadele için bile, oyunun güçlü aktörlerinin izin verdiği sınırlar içinde haklarınızı kullanabiliyorsunuz
Ekonomi de ne istedin de yapamadın. Bu ülkenin yetmiş yılda elde ettiği bütün kazanımları “babalar gibi sattın”.
Cumhuriyet tarihine bir bakın, sizden başka “kupon arazilerin satışına ben karar vereceğim” diyen tek bir siyaset adamı var mı?
İstediğiniz, istikrar ve demokrasi için başkanlık değil, istediğiniz, otoriter bir rejim kurmak. Başkan olsanız da bugüne kadar  ne yaptıysanız onu yaparsınız.
     


   

14 Ekim 2016 Cuma

ANAYASA SUÇU İŞLENMİŞTİR.


Adalet Bakanı Bekir Bozdağ “İstediğiniz kadar yok deyin, fiili başkanlık var” dedi ve bu televizyonlarda yayınlandı.
Çok şikayet ettiğimiz darbeler de, anayasal düzene fiili müdahalelerdir. Bu nedenle Adalet Bakanı’nın bu açıklaması anayasal düzenin fiilen ihlal edildiğinin açık ikrarıdır.
Anayasanın bu açık ihlaline neden olanlar Cumhurbaşkanı ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde çoğunluğa sahip fiili durumun yaratılmasına, yani anayasanın ihlaline yardım eden Adalet ve Kalkınma partisi ile Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunup da bu olayı sessiz bir şekilde seyredip gerekli müdahale ve mücadeleyi yapmayan muhalefet partileridir.
Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyetinin yönetim tarzı parlamenter demokratik sistemdir.
Cumhurbaşkanları seçilip göreve başlarlarken, anayasaya bağlı kalacağına, Büyük Türk Milleti önünde “namusu ve şerefi” üstüne and içer.
Anayasamızın 68. Maddesinin 4.fıkrasının son cümlesine göre  siyasi partiler  “suç işlenmesini” teşvik edemeyecekleri gibi, Siyasi Partiler Yasasının  90. Maddesine göre, siyasi partiler, anayasaya ve siyasi partiler kanuna aykırı faaliyette bulunamazlar.
Gerek anayasa koyucunun ve gerekse kanun koyucunun yukarıda belirttiğimiz Anayasa ve yasa hükümlerini koymasının sebebi, çoğunluğun diktasını önlemek içindir. İktidar kötü niyetle kullanılırsa, tek başına anayasayı ihlal için elverişli vasıtadır.
Adalet Bakanı’nın bu açıklaması Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin müştereken bilerek ve isteyerek anayasayı ihlal ettiklerinin açık ikrarıdır.
Bu anayasayı korumak tüm ülke vatandaşları için bir görevdir.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin tüm üyeleri bu anayasaya sadakat gösterecekleri konusunda and içmişlerdir.
Mecliste bulunan muhalefet partileri Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu andan itibaren, Adalet Bakanı’nın söylediği gibi fiili Başkan gibi hareket etmesini sessiz bir sinema seyircisi gibi seyir etmektedirler.
Anayasaya aykırı olarak yaratılan bu fiili başkanlık sistemine karşı en ufak bir tepki vermemişlerdir.
Fiili başkanlık yapan Tayyip Erdoğan’ın çağrısı  üstüne kaçak saraya gitmişlerdir.
Hiç birisinin aklına “Seni muhatap kabul etmemiz için Anayasal sınırlara çekilmen gerekir” demek gelmemiştir.
Büyük açık hava toplantıları düzenleyip, halkı bu yolda bilinçlendirmeye ne akılları ermiş ne de toplumun desteğini alacak siyasal liderliği ortaya koyabilmişlerdir.
12 Eylülün, sonradan yargıladığınız generalleri de fiili durum yaratarak Anayasa’nın belli maddelerini yürürlükten kaldırmışlardı.
Hatırlayın o günleri generaller, bizim söylediklerimizle Anayasa çelişirse anayasa bu yönde değişmiştir, diyorlardı. Bu söylemle “Biz fiili başkanlık yarattık” demek arasında ne fark var.
Bugünde Adalet Bakanı’nın açıkça ikrar ettiği gibi, anayasanın belli maddeleri fiilen yürürlükten kaldırılmış durumdadır.
Bu açık suç ikrarına rağmen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının kendisinin harekete geçmeye niyeti olmadığı anlaşılmaktadır.
O zaman Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunan siyasi partiler bu konuda, bu açık suç ikrarını işaret ederek Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması için dava açılmasını isteyebilirler.
Görünen köye kılavuz istemez, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının bugüne kadarki tutum ve davranışından bu davayı açmayacağı anlaşıldığından, gerekçeleriyle beraber başvuru yapan siyasi partiye niçin bu davayı açmayacağını bildirecektir. Bu bildirimden sonra da başvuruyu yapan siyasi parti Siyasi Partiler yasasının 99. Maddesinde belirtilen “yasakları inceleme kuruluna” başvurabilir.
Elbette bu yazdıklarımın olabilmesi için, bu anayasa ihlaline karşı demokratik hakların kullanılabilmesi veya yasal yollara başvurulabilmesi için önce Atatürk’ün kurduğu bu demokratik laik cumhuriyete aşk ile bağlı olmak ve sonra da siyasal liderlik ve siyasal bilinç olması gerekir.







10 Ekim 2016 Pazartesi

YÜZÜNÜZ BİLE KIZARMIYOR.



Hakkari’nin Şemdinli İlçesinde gene bombalı saldırı gene bu yazıyı yazdığımız ana kadar on sekiz can kaybı.
Kim bu can kaybını sorumluları, bunlar ne zaman hesap verecekler. Bu ülkede “terörle müzakere edilmez, mücadele edilir” diyenlere ağız dolusu hakaretler yapıldı.
Bunlar barışa karşıymış, bunlar kandan besleniyormuş. Bunu yazanların acaba yüzleri hiç kızarıyor mu çok merak ediyorum? Ama hiç zannetmiyorum.
Bugün gene Başbakan, damat bakan konuşuyorlar. Başbakan  “katil terör örgütü” diyor. Terör örgütleri prensip olarak ahlaksızca, kalleşçe can alırlar. Terörün ahlakı mı var zannediyordunuz. Eğer hakikaten böyle düşünüyor iseniz, size saf bile denmez.
Emperyalistler böyle istiyor diye, emperyalistlerin uşağı terör örgütüyle masaya siz oturmadınız mı?
Recep Tayyip Erdoğan da “Her yıl belli sayıda şehit vermeyi, büyük bedeller ödemeyi sineye çeken, kabullenen bir anlayış, ne insanidir ne de vicdanidir” buyurmuş.
Doğru, doğru da siz bu ülkede iktidarı sıfır terörle aldınız, sizden evvelkilerin kafası sizin kadar çalışmıyor muydu da, katil terör örgütüyle müzakere etmediler.
Onların kafalarının sizlerinkinden çok  çalışmasının yanında, devlet adamı kimliğine de sahiptiler.
Terör örgütü Şemdinli de beş ton patlayıcıyı patlatabiliyorsa, bu patlayıcı  siz terör örgütüyle masaya oturduğunuz sırada bu ülkeye sokuldu, sizin o çok bilmiş bürokratınız, terör örgütü mensuplarına “Ülkenin her tarafına cephane yığıyorsunuz, hepsini biliyoruz”  derken, aslında hiç bir şey bilmediğini ortaya koyuyor.
Eğer onlarla işbirliği içinde değilse, bu patlayıcıların armut toplanır gibi toplanması gerekirdi.
İşbirlikçi olmadığı kabul edildiğine göre, demek ki terör örgütü bu zavallıyı  işletmiş.
Sizden evvel bu ülkeyi yönetenler, komşu ülkelerin içişlerine karışmamak gerektiğini, oralarda devlet düzeni bozulursa,  Türkiye’ye  terör ihraç edileceğini bilecek kadar devlet adamıydılar.
Onlar, ne  Irak’ta ve ne de Suriye’de  sizin Suriye’de geldiğiniz oyuna gelmediler.
Nitekim sizden evvelki iktidarlar, Irak’ın içişlerine karışmaya yanaşmadıkları için, Irak’ı parçalamak isteyenler, önce Saddam’ı teşvik ederek Irak’ı Kuveyt’e sokup,  Irak’ı işgale gerekçe yaratıp sonrada parçaladılar.
Bütün bu oyun dünyanın gözleri önünde oynanırken, bundan hiç ders almadan Suriye ile ilişkilerimizi bozdunuz.
Bugün ne Irak’ta ve ne de Suriye’de devlet otoritesi kalmadı. Kalmayınca da zamanında sırtınızı sıvazlayan emperyallerin izin verdiği ölçüde, o ülkelerle aramızdaki hudutlarda güvenliği sağlamaya çalışıyorsunuz.
İktidarınız sayesinde bugün gelen şehit sayısı terörün en yoğun olduğu 90 lı yıllardaki rakamlara ulaştı.
Artık bugün yapıldığı gibi sadece terör örgütüyle mücadele etmek yetmez; onların dış destekçileriyle de mücadele etmek gerekiyor. Elbette terörle yapılan mücadeleye  top yekun destek vermemiz lazım, ama aynı zamanda dönüp terör örgütüyle zamanın da masaya oturanlardan da hesap sorulmalı.
Devleti feodal aşiret reislerinden yardım istemeye mahkûm edenlerden hesap sormalıyız.
Devlet 2000 li yılların başında terörü sıfırlarken aşiret reislerinden mi medet ummuş, yardım almıştı?
  Bu hesabı sormalıyız ki, birileri şehitler arasında ayırım yapamasın. Mısırlı Esmaya gösterdikleri kadar saygıyı şehitlerimize de göstersinler. Terörle mücadele sırasında şehit düşenler, AKP iktidarının yanlışları nedeniyle, bu vatan toprağını korumak için canlarını bu topraklara ekiyorlar; herhalde en az Esma kadar saygıya layıklar.
Başbakan konuşurken 15 Temmuz kalkışması sırasında şehit düşenlerin fotoğrafları önünde konuşuyor. Şehitleri bile böldünüz 15 Temmuz şehitleri, terörle mücadele de ölenlerden daha kıymetli şehit.
Bu ayırımı yaparken bile yüzünüz kızarmıyor.

Bir milletvekiliniz çıkıp “PKK terör örgütü değildir” derken siz bu şahıstan hesap soramıyorsanız, korktuğunuz, yüzünüzün kızarmasına neden olacak bildikleri var demek ki.







7 Ekim 2016 Cuma

İNSANLAR SİZE NİYE İNANSIN


Herhangi bir konuda diğer ülkeleri bilgilendirmek, aydınlatmak, ülkenizin görüşlerini anlatmak istiyorsanız üç yol vardır.
Bunlardan ilki diplomatik yoldur. Ülkeniz diplomatları hükümetlerinin görüşlerini bulundukları ülkelerde anlatırlar.
İkincisi lobby çalışmalarıdır; bu çalışmanın yapıldığı ülkelerde konferanslar, paneller düzenlenir. Nitekim geçtiğimiz günlerde ABD’de faaliyet gösteren Turkish Heritage Organizatıon isimli bir kuruluşun aralarında emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, emekli askeri savcı Ahmet Zeki Üçok ve gazeteci/yazar Nedim Şener gibi  balyoz mağdurları ile bazı akademisyenleri çağırarak yaptığı toplantılar gibi.
Üçüncü ve en etkin yol ise yabancı devlet adamlarını, gazetecileri, yazarları, bilim adamlarını ülkenize davet eder, çok daha geniş bir zaman dilimi içinde, hem davetlilerin olayları yerinde görmesini ve hem de onların çok değişik gruplarla konuşarak daha inandırıcı bilgilere ulaşmasını sağlarsınız.
Türkiye’nin bugün  de  31 Mart gerici kalkışması benzeri 15 Temmuz kalkışmasını Dünya’ya anlatabilmesi için yapması  gerekenler bunlardır.
Yoksa bir grup bindirilmiş kıta görünümlü yandaşlar önünde Dünya’ya babalanarak bu işler olmaz.
Türkiye ikna edici olmak  ve gerçekten  bu gerici ayaklanmayı tümüyle bastırıp yok etmek istiyorsa, öncelikle iktidarda ve  muhalefetteki bütün FETO yandaşları siyasiler hakkında gereğini yapması gerekmektedir. Bunlar yıllarca terör örgütüne yardım yataklık ederek, örgütün devletin bütün organlarına sızmalarına imkân sağlamışlardır. 
Artık dünya küçük bir köy, herkes birbirinin her faaliyetini gözlüyor, biliyor.
2004 yılında bu terör örgütü ile ilgili olarak MGK’da “Türkiye’deki Nurculuk Faaliyetleri ve Fethullah Gülen” konusunda, bu örgütün yurt içi ve yurt dışı faaliyetlerine karşı bir eylem planı hazırlanmasının uygun görüldüğü, AKP’li üyelerini de imzalarıyla tavsiye kararı olarak Bakanlar Kuruluna sunulduğu ortadayken, mağduriyet söylemlerine kimse inanmaz.
Zira; bu kararla ilgili olarak bazı AKP üst düzey yöneticileri “Bu MGK Kararı yok hükmündedir” demişlerdir.
MGK’nın bu kararına rağmen, yıllarca terör örgütünün, devletin sivil ve askeri kadrolarına yerleşmesine, bankalar, okullar açarak, büyük servetler elde etmesine göz yuman, hatta yardımcı olan bir siyasi iktidarın, bu kararı yok hükmünde saydığı açıktır. Bundan sonra “aldatıldık, kandırıldık” söylemleri doğru ve inandırıcı değildir.
17-25 Aralık bir darbe teşebbüsü idi ise, o zaman  adı karışan bakanları niye  tasfiye ettiniz.
Hangisi doğru, darbe teşebbüsü mü, yolsuzluk yapıldığı mı?
17-25 Aralık Fethullah Gülen terör örgütünün darbe teşebbüsü ise, bu tarihten sonra, FETÖ üyesi albay rütbesindeki subayları general yaptınız mı veya darbede etkin rol alabilecek kritik görevlere getirdiniz mi?
MGK’nın yukarıda belirttiğim kararına rağmen bu ülkede memurun terfi edebilmesinde ölçü  liyakat değil de  bu örgüte yakınlık oldu ise, bu örgüte yanaşan memurun ne suçu var.
Bu ülkenin Atatürkçülerine, ulusalcılarına, bu örgütün hakimi, savcısı, tetikçi gazetecisi ile   en haksız, en çirkin saldırılar yapılırken, memnun ve mutlu olayları seyir ediyordunuz. 
Ülkenin ordusu, yalancı tanıklarla, düzmece belgelerle iğdiş edilmek üzere hazırlıklar yapılırken, önce “Bir savcı arıyoruz” dediniz ve buldunuz, ondan sonra da onun düzmece belgelere, yalancı tanıklara dayanarak açtığı davayla ilgili olarak da “Ben bu davanın savcısıyım” dediniz.
Bu iğrenç tezgahın yargıç ve savcılarından bugün yaklaşık üç bin beş yüzü ya tutuklu ya da açığa alınmış.
Şimdi de Dünya’ya biz kandırıldık diyorsunuz ve buna da insanların inanmasını bekliyorsunuz.
Dünya’da ve bu ülkedeki büyük bir çoğunluk, haklı olarak, bu kanlı mücadelenin, bir dönemin ortakları arasında yaşanmış, hesaplaşma olduğunu düşünüyor.
Ama bütün bunların sorumlusu sizsiniz. Zira; Darbeleri Araştırma Komisyonu kuruyorsunuz, sanki darbenin sebepleri ortaya çıkmasın diye, Ergenekon ve Balyoz kumpaslarına açık destek veren, Fethullah Gülen ile ilişkisinin araştırılması gereken bir eski savcıyı başına getiriyorsunuz.
Onda sonra da Dünya bize inansın diyorsunuz, insanlar size niye inansın.

       







3 Ekim 2016 Pazartesi

CAHİLLER


Atatürk ve silah arkadaşları temelde iki görev üzerinde yoğunlaşmayı ve bunları hayata geçirmeyi kendilerine hedef olarak koymuşlardı. İlki Osmanlı İmparatorluğunun külleri üzerinde modern bir devlet inşa etmek ve ardından da kurdukları bu modern devlette yani Türkiye Cumhuriyetinde çok partili rejimi hayata geçirmekti.
Atatürk’ün kısa denebilecek yaşamı, modern Türkiye Cumhuriyetini kurmaya yetti, çok partili yaşamı yerleştirmek ise, onun en yakın silah ve dava arkadaşı İsmet Paşa tarafından gerçekleştirilebildi.
İşte Lozan o modern devletin, tüm dünyaca tasdik edilmiş tapusudur.
Ayrıca Lozan, emperyalistlerin bir paylaşım tasarısı olan Sevr anlaşmasının bağlayıcılığı olmayan bir kağıt parçası haline dönüştürürken, kapitülasyonları kaldırarak siyasi bağımsızlığın yanında, ekonomik bağımsızlığı da kazandırmıştır. 
Her tarihi olayı yaşandığı dönemin koşulları içinde değerlendirmek gerekir.
Birinci Dünya savaşının galipleri, mağlupları olan Almanya’ya Versay, Avusturya’ya St Germain, Macaristan’a Trianon, Bulgaristan’a Neulliy ve Osmanlı İmparatorluğuna da Sevr  teslimiyet anlaşmalarını dikte ettirdiler.
Bizim dışımızda, Birinci Dünya savaşı mağluplarından hiçbir devlet önlerine konan antlaşmaları Atatürk ve silah arkadaşlarının yaptığı gibi yırtıp atıp, eşitler arasında yeni bir antlaşma yapamadılar.
Elbette eşitler arasındaki her anlaşma uzlaşma ile olur. Lozan’da bu anlamda  bir uzlaşmadır. Ancak bu uzlaşmaya sadece bir hukuk metni olarak bakılırsa bu büyük bir yanılgı olur. Lozan milletçe çekilen acıların, katlanılan fedakârlıkların sonucunda kazanılan uluslararası bir başarıdır.
Sevr ile Osmanlıya bırakılan topraklar, bugün o bazılarının beğenmediği Lozan’da kurtarılan vatan toprağının beşte biri idi.
Daha çok yakın geçmişte sırf Batılılar istiyor diye Ermenilerle  teslimiyet protokolü imzalamayı içine sindirebilenler; 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması gereğince, Türkiye’ nin  asker bulundurma ve bayrak dikme hakkını kabul ettiği Süleyman Şah türbesini, 700.000 kişilik ordusu varken koruyamayanlar, Egedeki 17 ada ve onlarca kayalığı Yunanistan’a sessiz sedasız bırakanlar,  Lozan’ı eleştiremezler, bunu yapmaya hakları yoktur.
Balkan savaşından başlayarak yıllarca dövüşmüş, okur yazarını kaybetmiş, 15 yaşındaki kınalı kuzularını bile cepheye göndermiş, liseleri mezun verememiş, yorgun, bitkin, aç ve çıplak bir ulusun Lozan’da  elde ettiklerini küçümsemek ne insafla, ne vicdanla ve ne de ahlakla bağdaşır.
Lozan yapılırken  İstanbul ve Boğazlar bölgesi işgal kuvvetlerinin,  Musul ise İngilizlerin  işgal altındaydı.
Atatürk, kendi doğduğu toprak Selanik’i, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan Güney Bulgaristan’ı kurtarmak istemez miydi?
Elbette isterdi.
Bugün Lozan’ı eleştirenlerin dedeleri askerden kaçmasaydı, bugün olduğu gibi o günde emperyalizmin uşakları bu coğrafyada isyanlar çıkartmasaydı, belki daha fazlasını da elde etmek, örneğin İngilizlerin işgali altındaki Musul’u almak da mümkün olabilirdi.
Donanman mı vardı  adalara gidebilecek de, on iki  adayı almadın.
O beğenmediğin küçümsediğin Lozan ile varlığı tescil edilen, Misak-ı Milli sınırları içindeki   Türkiye Cumhuriyeti, ayrımcılıktan, ölümden, savaştan kaçan Avrupalı seçkinlerin sığınabilecekleri bir huzur ve barış ülkesiydi.
Kurtuluş savaşı ve onun diplomatik zaferi olan Lozan, sadece biz Türklerin utkusu değildir. O savaş emperyalizmin boyunduruğu altında yüzyıllardır sömürülen mazlum milletlerin kurtuluşlarının işaret fişeğidir de.
Lozan’ı küçümsemek, ya cahillikten ya da emperyalizme uşaklık etmek için olabilir, ben bunun  cahillikten olduğunu kabul etmek istiyorum.




  
   ,